Bir minik öykü ve atlar
Atlar ve ayaklar üzerine
Doğum günü hediyesi olarak bir tay verildi mi size? Bana verildi. Atlar devrilen kamyonetten düşüp ölmüştü, babam sinirliydi ve sigara üstüne sigara yakıyordu. Eve kasası yamulmuş ve sağ tarafındaki dikiz aynası yerinde olmayan bir kamyonet geldi. Babamın ağzında bir sigara vardı ve külünün çırpılması gerekiyordu. Babam yamulmuş kasaya yönelip oradan tayı çıkarırken sigarasının külü tayın üzerine düştü ve acı bir inildeme duyuldu. Babam umursamadı bu inildemeyi ve fırlattı yere tayı. Bacağında açık bir yara vardı. Merak ettim ve koştum yanına. Tayın başını okşarken babama bakıyordum. Yeni bir sigara yakıyordu ve sinirliydi. Göz göze geldik ve ağzının içinden bir şeyler mırıldanmaya başladı, ağzında hala sigara vardı. Daha sonra ayağıyla dürttü tayı.
“Al, doğum günü hediyen. Hadi büyüt bakalım, başarabilecek misin? Çoktan bacağı kırıldı.”
Büyük bir çiftliğimiz vardı ve hayvanlardan en sevdiğim atlardı. Haklarında her şeyi bildiğimi sanırdım, sekiz yaşındaydım. Ne yerler, nasıl yıkanırlar, bakımı nasıldır? Her şeyi biliyordum. İyi olan her şeyi biliyordum. Atlarla ilgili kötü olan bir şeyin varlığından haberim yoktu, daha sekiz yaşındaydım.
Bir Haziran bin dokuz yüz doksan ikide, doğum günümden bir gün sonra, atlarla ilgili kötü bir şey öğrendim.
Ayağı kırılan atlar her zaman vurulurlardı.
İki Haziran bin dokuz yüz doksan ikide, gözyaşlarım ve hıçkırıklarım dindikten sonra, bir tay olmaya karar verdim.
Ve dokuz Şubat iki bin ikiye kadar da bir tay olarak yaşadım.
Ben on yaşındayken, yirmi iki Mart bin dokuz yüz doksan dörtte , kasabadaki okulun bahçesinde bir ceset bulundu. Tam olarak ceset denilemezdi ona aslında. Onlarca kanlı parça okulun bahçesine dağılmıştı. Bulunan bir çift el ve ayaktan sonra sadece bir cansız beden olduğu tespit edildi. Ben on yaşındayken, erken kalkmayı seven bir çocuktum. Okula, temizlikçi abladan sonra ilk gelen ben olurdum. O gün, yani yirmi iki Mart bin dokuz yüz doksan dörtte, kanlı parçaları ben buldum. Temizlikçi abla polise haber vermemiş, yardım çağırmamıştı. Oradan koşarak kaçamamıştı, aksayan bir ayağı vardı. Temizlikçi abla, ben gelmeden on beş dakika önce parçalanmıştı ve bir çığlık dahi atamamıştı.
Ayağı kırılan atlar her zaman vurulurlardı.
Bu olaydan sonra her şeyimizi sattık. Annem ve babam artık kasabada durmak istemiyordu. Ben geceleri kabus görüyordum. Annem ve babam eğer kasabadan gidersek mutlu olacağımıza inanıyordu, biz de şehre yerleştik. Babamın şehirde bağlantıları vardı, kolayca işini kurdu ve biz bir ay bile sürmeden şehre tam anlamıyla yerleştik.
Atlar yoktu, saman balyalarının üzerinde öğle uykusu yoktu. Sadece saf gürültü vardı. Kornalar, bağrışmalar ve topuklu ayakkabıların parlak zeminde bıraktığı ayak sesleri kaldırıyordu yatağımdan her sabah beni.
Dönem arası olduğu için bir okula kayıt olmadım, eve öğretmenler gelmeye başladı ve yaz geldiğinde bir tane bile arkadaşım olmadan on birinci yaşımı kutladım.
Yaz ortasında, evde sıkılırken, bir sabah uyandığımda annem hazırlanmam gerektiğini söyledi ve bir süre yürüdükten sonra beni gösterişli bir binanın içine soktu. İyi aydınlanmış ve korkunç aynalara sahip bir odaya girdik. Benimle aynı yaşta bir çok çocuk vardı. Arkadaş edinebileceğimi düşünüp mutlu olduğumda, orada geçireceğim yedi yılın kan, ter ve gözyaşıyla geçeceğinden habersizdim.
Babamın ortağının kızının da iki yıldır öğrencisi olduğu bir bale kursundaydım. Bir ay sonra oradan tüm benliğimle nefret etsem dahi Tanrı’nın her günü oraya gittim. Beni, tüm kadınların sahip olmak zorunda olduğunu söyledikleri bir kırılganlığın içine sokmak istediler. Zorlandım ve mücadele ettim ancak iki senenin sonunda gücüm tükendi ve pes ettim, onların kalıplarına uydum.
Atlar yoktu, saman balyalarının üzerinde öğle uykusu yoktu; saf kırılganlık vardı.
Uzun lafın kısasından bahsedecek olursak; ben yedi yıl boyunca yoruldum. Yediklerime dikkat etmekten, kurs olmasa dahi sabah erken kalkıp ısınmaktan, hastalanmamak için atkımı burnuma kadar çekmekten ve üşüyen bacaklarıma tozluk takmaktan yoruldum.
Kırılganlık öfkeyle birleşmişti ve sandığımın aksine onların hoşuna gitmişti. İstemediğim ve sevmediğim insanlardan övgüler alıyorken arkadaş olmak istediklerim ise aynama nefret kelimeleri bıraktılar. Yedi yıl boyunca tüm doğum günlerimde ağladım.
On yedi Kasım bin dokuz yüz doksan sekizde, anneme bir araba çarptı ve annem ertesi sabahtan itibaren bir daha yürüyemedi.
Yedi Haziran bin dokuz yüz doksan dokuzda, annem kendini tekerlekli sandalyesinin üstünde, şakağından vurdu. Babam onu bulduğunda henüz ölmemişti. Ambulansın gelmesini beklerken hırıltıları son buldu.
Ayağı kırılan atlar her zaman vurulurlardı.
İki Şubat iki bin ikide, babam sarhoş bir şekilde araba kullandığı için bir kamyonete çarptık. Gözlerimi, beş Şubat iki bin ikide, alçıya alınmış bir ayakla, hastanede açtım. Bir daha dans edemeyeceğimi öğrendiğimde mutlu oldum ve hastanedeki hayatıma devam ettim ancak aksayan bir ayağa sahip olacağımı öğrendiğimde dünyam başıma yıkıldı. Dokuz Şubat iki bin ikide, odamın penceresinin önünde, çiftliğimizden kalan son eşyayı, babamın tabancasını, ağzıma soktum.
Ayağı kırılan atlar her zaman vurulurlardı.
Yorumlar
Yorum Gönder